Ey Meraklı Okuyucu,

HOŞGELDİN

23 Ocak 2010 Cumartesi

Kabus

Siyah fularım,lenslerim,uzun saplı çantam,öys'ye girerken kullandığım uğurlu kalemim... Valizim hazır ama evden çıkamıyorum. Aradan bir saniye ya geçiyor ya geçmiyor yine odamdayım, valiz bomboş ve ben tekrar toplamaya başlıyorum.

Kadıköy'deyim. Sokak boş, yalnızım. Özce nerde diye düşünüyorum, onu göreye gelmediysem Kadıköyde işim ne? Telefonumu elime alıyorum onu aramak için tarih 20 ocak yazıyor. Nasıl yani? Niye Londra'da değilim? Uçağı mı kaçırdım? Tüm o ince uğraşlar ve ayarlamalar boşuna mı gitti? Ağlıyorum ağlıyorum ama gözümden hiç yaş akmıyor.

Kaan'ın evinde film izliyoruz. Mutfağa gidiyorum su almaya geri dönüyorum kimse yok. Evden çıkmak istiyorum ama kapı yok, heryer duvar olmuş. Odalarda dolanıyorum, dolanıyorum sonunda bunun rüya olduğunu anlayıp uyanıyorum.

Geleli onbir gün oldu daha normal bir rüya görmedim. Sürekli sıkıntılı gerilimli şeyler görmemin bir sebebi olmalı. Oysa burada rahatım hiç de fena değil: Kaldığım ev kendi evimmiş gibi davranıyorum. Geçen gün mercimek çorbası yaptım düdüklüde süper oldu. Türk marketleri sağolsun sirke mercimek vs bulmak zor olmadı. Hatta kek bile yaptım.

Okul desen: pazarlama hocası Cem yılmazın güney Afrrikada doğmuş zenci versiyonu gülmekten dersi anlamama riski dışında sorun yok. Finans hocası tipik muhasebeci formatında ama ingilizcesi oldukça anlaşılır. Gelir gelmez daha bismillah demeden ödev kağıtarını dağıttı ama kötü değil. İnsan kaynakları hocası herhalde okuldaki tek bayan hoca. Kendisi de psikolog ama henüz konuşma fırsatımız olmadı.

İş desen: henüz işim olmadığı için onunla ilgili bir sorun zaten olmaz. O zaman bu kabuslar neden sebep bilemiyorum. allahın izniyle ek valizim elime ulaştığı zaman bu rüyaların kökten çözüleceğini düşünüyorum.

Bugün sevgili kardeşim Oğuz -söylenen boğa- ve ondan da sevgili Özlem valizimin son rötüşlarını tamamladılar. Eğer vakıfbank beni çıldırtmasaydı ve Özce'nin interneti çalışsaydı muhtemelen çok huzurlu bir uyku uyuyacaktım ama şimdi emin değilim.

Aslında bugün keşfettiğim Türk sokağından bahsetmek istiyordum ama nasip olmadı. Heryerde dönerci olması son derece alışılmış bir durum ama lahmacuncu vee baklavacı da görünce şaşırdım. Oraya bir daha gideyim de fotoğraflarla süsleyerek yazayım yazımı bari.

PS: Yazı demişken romana devam ediyorum ama vakit darlığından biraz yavaş ilerliyor. Tek söyleyebileceğim ilginç olduğu ben bile ne olacağını bilmeden yazıyorum dolayısı ile sonunu tahmin etmek kimse için mümkün olmayacak :P

14 Ocak 2010 Perşembe

Polis, Mango ve Otobüs

Londra'ya gelenler bilir, bu şehrin altında muazzam bir metro ağı vardır. Yerin altında oniki değişik hat, üstünde ise hafif ve normal olmak üzere ik farklı çeşit raylı sistem bulunur.Hiç ıslanmadan ya da üşümeden istediğiniz yere gidersiniz. Bununla beraber ben metroyu kullanmıyorum. Her zaman olduğu gibi bu konuda da ısrarla anormal olan şeyi yapıyorum ve otobüsü kullanıyorum. Şehrin altında ulaşım kolay ama şehrin üstü de vakit alsa da görülmeye değer bir çok güzel şeyle dolu.

Bugün okula gitmem gerekmediği için sevgili arkadaşım Selda ile buluştum. sohbetimiz sırasında kayıt olmak için herhangibir polis istasyonuna değil Borough Caddesindekine gitmem gerektiğini öğrendim. Metro ile on dakika bile sürmeyecek bu yolu gitmem oldukça uzun sürdü zira oraya giden otobüslerin nerden kalktığını sorduğum kimse bilmiyorudu. Sınırsız otobüs kartıma güvenerek o yöne gittiğine inandığım bir otobüse binddim, şöföre yolu sorunca bir aktarmayla denizaşırı ögrenci kayıt merkezine ulaştım.

Kapıdaki Türklere doğru yerde olup olmadığımı sordum, içerdeki kuyruğa katıldım. Yanımda Türkçe konuşan çocuktan adres yazmak için kalem istedim. Sıra bana bir türlü gelmeyince hava almak için dışarı çıktım. Yolun kenarında Turkish Bank buldum. Yanımdaki TLyi pounda çevirdim. Az ileride Tas Restorantı gördüm, mercimek çorbası ve imam bayıldı reklamı dikkatimi çekti. Büroya dönüp sıraya girdiğimde yanımdaki kız birşeyler sordu konuşurken suriyeli olduğunu söyledi. Türk kökenliymiş ama türkçe bilmiyormuş, alışveriş ve eğlence için sürekli İstanbula gidiyormuş. Bilmem bu paragraftaki Türk vurgusunun derinliğini anlayabildiniz mi? Heryerdeyiz!!!

Bir buçukta girdiğim sıradan ancak üç buçukta çıkabildim. Kağıda basmak için çektikleri resimde keş gibi çıkmışım, çok moralim bozuldu ama ne çare. Buraya kadar gelmişken kapanmadan hint marketine gitmeye karar verdim ve tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi yine kimse hangi otobüsün oraya gittiğini bilmiyordu. Neyseki otobüs duraklarında süper haritalar ve açıklamalar var. Ben onları incelerken tam yanımda gitmek istediğim yere giden otobüs durdu. Daha da iyisi aynı otobüs evimin olduğu yere kadar gidiyormuş.

Ne adını ne tadını bildiğim sebzelerin arasında gezerken neden lişi göremediğimi düşündüm. Her zamanki gibi muz süper ucuz. Beş mangoyu bir pounda aldım, yaklaşık 3 kilo muz da aynı fiyattı. Türkiye'de asla tazesini bulamayacağımız ama Hint mutfağının vazgeçilmesi olan taze kişnişten de aldım. Bu akşam güzel bir salata yapacağım. Keşke nar ekşisi getirseymişim.

İnsan ne kadar garip ve küçük şeyleri özleyebiliyor. Gelecek ilk valizle isteyeceğim şeylerden ilki bu olacak, sonra uzun saplı bir çanta ve tarhana.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Okulda ilk gün

Türkiye'de bize bildirilen okula başlama tarihinin Salı olması zaten en başından beri beni rahatsız etmişti. Salı günü okula geldiğimde elbette bunun ikinci gün olduğu ve kredisiz zorunlu derslerin başladığını öğrendim. Okula %85 devam zorunluluğu var, bunun altına düşünce vize ofisine bilgi veriliyor ve başın derde giriyor.

İlk gün yapılacak kayıt işinin en fazla bir saat süreceğini hesaplayarak öğle yemeğinden sonra derse girmeyi planladım. Küçük Hindistan'da ilk gün beklediğimden çok farklı gelişti. Sabahın erken saatinde gitmeme rağmen Mumbai’nin sokaklarını aratmayan bir görüntü ile karşı karşıya kaldım. Resepsiyondaki sınırlı sayıdaki İngiliz kızın pek kibar olduğunu söylemem çok mümkün değil. Israrla İngilizce testine girmem gerektiğini söyledi. IELTS’ye bir sürü para verip oldukça yüksek bir puan aldıktan sonra hala İngilizce testine girmek zorunda olmam bana ne kadar saçma gelse de tartışmanın bir anlamı olmadığı için labirenti aratmayan okulda dediği sınav salonunu aramaya başladım. Yolda birkaç Türk kızla tanıştım. Zaten renk farkı yüzünden Türkleri ayırt etmek oldukça kolay oluyor.

Hep beraber sınava girdik. Bence gayet gereksiz bir kompozisyon sınavı olduk. Tabu oyununun kurallarını anlattım. Sevgili Özlem’in kulaklarını çınlattım. Totem ve tabu örneğini de verecektim ama okuyacak kişiye acıyıp vazgeçtim. Sonra online gramer testi olduk ki bir saat sürecekti ama ben 30 dakika olmadan çıktım. Sabah işimin kıza süreceğini düşündüğümden kahvaltı yapmamıştım. Kurabiye ve meyve suyu alıp geri döndüm. Kayıt çilesi aynı acı düzeyinde devam ettiği için başıma ağrılar girdi. Sınıftaki koyu tenli erkeklerin nazarı değdiğini düşünüyorum zira kız sayısı az olduğu gibi Hintli ve zenci kızların yanında hepimiz kıyafetimiz ve görüntümüzle güzellik kraliçesi gibi duruyoruz.

Sabahın dokuzunda başlayan kayıt işlemi üç buçuk olmasına rağmen bitmediği ve beni kafamı duvarlara vurmak istetecek kadar zorladığı için kaçınılmaz olarak migren atağı geldi. Hesap açtırma işlemi için önümdeki on iki kişinin işinin saat beşe kadar bitmesi matematiksel olarak mümkün olmadığından hızla ortamdan uzaklaştım.
Yarım saatlik otobüs yolculuğundan –yanımdaki yaşlı Türk bayanla uzun uzun sohbet ettik- sonra kendimi eve zor attım. Migren ilacımı yuttum. Ev sahibinin ikram ettiği lapamsı risottoyu yedim ve yatağa kendimi gömdüm. Bir saate yakın ev arkadaşımla yorganın altından konuştuktan sonra kendime gelebildim. Uzun süre aç kalmak bana hiç yaramıyor, özellikle de soğukta.

PS: Londra’da ulaşım oldukça pahalı, özellikle de gelen son zamlarla. Metro yerine otobüsü tercih etmek daha ucuza mal oluyor ama yolda vakit kaybetmeyi göze almak zorundasınız. Her yüz metrede bir duran otobüsler sabırsız insanlara göre değil.

YOLCULUK part2

Önce bembeyazdı pencereden dışarısı, tıpkı belgesellerdeki kutup resimleri gibi. Bulutlar ve gökyüzü karışmıştı. Londra’nın merkezine yaklaştıkça siyah çizgiler belirmeye başladı manzarada. Görüntüler giderek siyah beyaz bir fotoğrafa benzedi. Şiddetle gördüğüm şeyin bir resmini çekmek istedim. Londra’nın tanıdık manzarası içimi heyecanla titretti. Her şey çok güzel olacak!

İndikten sonra hiç sorun yasamadan kapılardan geçtim. Her nedense tekrar arama yapılacağını, parmak izi falan alınacağını düşünüyordum. Yalnızca okula kayıt kâğıdımı görmek istedi görevli. Bagajlarımı almam da çok çabuk oldu. Her şey yolunda gidiyordu, metroya binene kadar. Binmesi iki ayrı valizle ayrı dertti ama inmesi daha da sorun oldu. 28+12+8 kg bagajla iki kat merdiven çıkmam gerekti. Daha merdivene kadar bile gidemeden laptop çantamın sapı kırıldı ve çanta yere düştü! Diğer ikisini bir elinde laptopu tutarken idare edemedim. Hintli bir kız bana acıda da merdivenlerden çıkarmama yardım etti. Sonra yeryüzüne çıkınca taksi bulmaya çalıştım ama bunun beyhude bir uğraş olduğunu anlamam uzun sürmedi. İlla ki taksi bürosuna gitmek gerekiyormuş taksi çağırmak için. Sokakta broşür dağıtan Hintli bir genç halime acıdı ve taksi bürosuna kadar bir valizi sürükledi. Zaten bu ülkenin adini Indiland yapmalılar. Etrafta beyaz İngiliz yok zira. Bir zamanlar Hindistan İngiltere’nin sömürgesiymiş ama şimdi durum kesinlikle tersine dönmüş gibi gözüküyor.
Zar zor bulduğum taksinin zenci şoförü beni Fransız sandı, aksanım yüzündenmiş. Fransızların İngilizceyi ne kadar iğrenç konuştuklarını bildiğim için bunu bir hakaret kabul ettim ama sesimi yorgunluktan çıkaramadım. Güzel kızların valizleri hep ağır olur diyerek sözlerini sürdürdü. Taksicilerin 4 kelimeden oluşan adresle seni kapının önüne getirebilmesi çok hayret verici bir durum. Bu başarılarından dolayı takdiri hak ediyorlar. Ev sahibim kapıyı açıp beni karşıladı. İyi birine benziyor, en ağır bavulu o yukarı çıkardı.
PS: Evim Arsenal stadyumunun hemen yanında. Futbol fanlarına duyurulur.
Yarın okulda ilk gün

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yolculuk part 1

Aramada çıkartmak zorunda kaldığım botlarımın fermuarını bile çekmeden uçağa doğru yürüdüm. Boy ve ağırlık sınırını aştığı için bagaja verdiğim el çantam olmasa bile 8 kilo gelen iç içe geçmiş laptop çantam sağ olsun sağ omzumu kullanılamaz hale getirdi. Uçağa girmeden hemen önce görevlinin şaşkın bakışlarına aldırmadan elimdeki mont, torba, çanta üçlüsünü yere yayıp botlarımı düzlettim. Bir defa uçağa bindikten sonra eğilip doğrulmak çok daha zor oluyor zira.

Koltuğum pencere kenarı business sınıfının 4 sıra arkasında. Bu kadar iyi bir yer bulmamı aylar öncesinden bileti almamamı yoksa dünn gece online check in yaptırmamamı borçlu olduğumu bilmiyorum. Geç kaldığım için yanımdaki yolcuları ağağa kaldırmak zorunda kaldım ki bu bir saat içinde tuvalet molası için kaçınılmaz olarak yeniden tekrarlanacak.

Tam saatinde uçak hazır, kapılar kapandı, motor çalıştı. Dün geceki gibi çok kar var sen nasıl gideceksin endişesel paranoyası (bu yeni bir hastalık :)) tamamen gereksiz çıktı. Gelgelelim bir türlü kalkamadık. Pilot özür dileyerek pist yoğunluğu nedeniyle kalkış için bekleyen uçaklar olduğunu ve bizim de 12.sırada bulunduğumuzu anons etti. Her uçağı 3 dakika beklesek 33 dakika ederdi ancak bizim tekerlerin yerden ayrılması 10:05’i buldu. Bir saat bekledik, ben uyudum, hatta rüya bile gördüm. Sabah 5 buçukta uyanmanın acısını çıkaramasam da gözlerimin yanması geçti en azından.

Yiyecek servisi benimle başladı, business ten bile önce hem de! Bilet alırken vejetaryen yemek istediğimden önce benimkini getirdiler. Özel muameleye bayılıyorum. Yeni yıl, yaş ve ülke açılımında vejetaryen hayatıma yeniden başlayacağım. Eskisi kadar katı olmasa da sebze öncelikli beslenme ve sporla gittiğimden çok daha fit ve gençleşmiş olarak dönmeyi planlıyorum.
Yolculama komitesinde oğuz ve annem vardı. Aslında sürekli uzakta olmama alışkın olan annem bu sefer süre uzun olduğu için biraz tedirgin. Çok duygusala bağlayıp ağlamamak için epey çaba sarf ettik karşılıklı. Sürpriz katılımcılar ise Ersin ve Ali’ydi. Kendilerine buradan tekrar teşekkür ediyorum.

Bulgaristan üzerinden geçiyor rotamız. Şimdi Romanya dolaylarındayız. Altımızdaki şehrin Bükreş olması lazım. Dağların tepelerinde kar var. Vadilerde de kurumuş akarsu izleri görünüyor. Hızla bulutların üstünden uçuyoruz. Şimdi Budapeşte’nin (Bu da peşte, bu da küpeşte- Özce bu tekerleme sana bir şeyler hatırlatmalı :)) üzerindeyiz. Burada bulutlar oldukça hacimsiz. Düz bir ovaya yağan kar gibi görünüyor bulutlar. Lanetli Budapeşte şehrini buradan görmek imkansız.

Daha iki saat yolumuz var ve benim yine tuvaletim geldi. İki bardak sütlü çay ve soda sonrasında dediğim gibi bu kaçınılmaz. (Sanırım bende TBS* var, Amerikan filmlerinin bir klişesini kullanmış olmaktan dolayı berhudarım). Yanımdakilerden birinin de tuvaletinin gelmesini bekleyeceğim bir yarım saat kadar. Şimdilik yol izlenimlerime ara verip yeni romanıma geri döneceğim.

*TBS TinyBladderSyndrome-Küçük mesane sendromu

5 Ocak 2010 Salı

Doğum günü

Yeni yıl telaşının ve dün geceki kalabalık doğumgünü kutlamasının ardından durum değerlendirmesi yapmanın zamanı geldi.  Eski yılın son saatleri ve yeni yılın ilk anlarında yapılan kutlamalar neredeyse dünya üzerindeki tüm halklar tarafından kutlanıyor. Beraber birşeyler paylaşmanın, kutlama yapmanın coşkusu elbette anlaşılabilir. Ama nihayetinde ertesi gün hayat kaldığı yerden devam ediyor. Yapılan tüm hazırlıklar haftası dolmadan toparlanıp gidiyor ve sene sayısal olarak değişmenin yanında aynen devam ediyor. Girene kadar heyecanlı olan yeni yıl ikinci günden itibaren hiç de matah bir şey sayılmıyor.


Gel gelelim aynı şeyi doğumgünleri için söylemek mümkün değil. Yılda sadece bir kere kutlanmasına rağmen  sürekli unutulan, aramadın diye dargınlıklara sebebiyet veren ve uyduruk hediyelerle geçiştirilen doğum günlerinin yılbaşından ne eksiği var? İnsanların,özellikle de kadınların doğum günleri konusunda bu kadar hassas olmasının nedeni doğum günlerinin eksiği olmadığı gibi fazlasının olması bence.


Kendi adıma konuşacak olursam, yılbaşı ile 3-4 gün arkasındaki doğum günümün birleştirilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Tarihleri çok yakın olduğundan bazı kişilerin böyle bir eğilime girmesini anlayabiliyorum ama bence yeni yıl, doğum günümden daha kıymetli değil. Kamusal bir eğlence doğum günümü gölgede bırakmamalı, ne de olsa o benim günüm. Yılın kişiye ait olan tek günü, bireysel bayramı.


Doğumgünlerini biricik ve özel yapan şey de bu bence: Bireyselliği. Bugün benim günüm diyebilmenin keyfi. Hediyelerin ya da kesilen pastanın, üflenen mumların tek başına bir anlamı yok. Bunlar sadece hatırlama ritüelinin bir parçası. Dünyaya birşeyler katmak için doğdum ve bugün bana bunu hatırlatıyor. İstediklerimi ya da yapmam gerekenleri yapabilmek için önümde yeni bir yaş, yeni bir olgunluk ve anlayış dönemi var, bunu kullan. Bunu, arkadaşlarınla paylaş. Bırak sana hayatlarında ne kadar yer verdiklerini göstersinler.


İnsanların aranmadıkları için doğumgünlerinde hayal kırıklığına uğramalarının asıl sebebi, o kişinin hayatında bir değişiklik yapacak ya da senenin bir günü hatırlanacak kadar etkileyememiş olduğunu fark etmesidir. Kişi hem biraz kendisine kızar hem de haksızlığa uğradığını düşündüğünden hayata. "Neler paylaştık biz onunla ama doğum günümde bir mesaj bile atmadı...." Burada yaşanan duygu sadece bir tane değildir, altında yatan duygulardır asıl insanı etkileyen (bu ayrı bir yazı konusu olabilir).


Tabii ki olaya sadece kötü tarafından bakmamak lazım. Beklenmedik telefonlar alabilir, uzun zamandır görüşmediğiniz kişilerden gözlerini dolduracak özlem dolu mesajlar okuyabilirsiniz. Evde yakın arkadaşlarınızdan bazıları yarı-süpriz parti hazırlamış olabilir. Doğum günü asıl amacına bunlarla ulaşır. Senin için buradayız: Hayatımızda olduğun, bizimle yaşamı paylaştığın için mutluyuz ifadesinin hayat bulması doğum gününü kutlanmaya değer kılan olgudur.


Hatırlamakta fayda var:
Hayat ne yaparsanız o kadardır!
Ne bir avuç eksik ne bir karış fazla.
O zaman bir an önce çalışmaya başla :)