Ey Meraklı Okuyucu,

HOŞGELDİN

17 Ağustos 2010 Salı

Yandım, yandım...

Duyuyorum ki İstanbul ve genel olarak Türkiye çok sıcakmış. Bazıları çöl, bazıları cehennem sıcağı olarak tasvir etse de sıcaklığı herkes yandıkları konusunda hemfikir. Sevgili arkadaşlarım, aranızda olup o sıcakları hissedemezsem de - zira biz sonbahara hızlı bir giriş yaptık Londra'da, sıcaklık 15 derece ve hava kapalı- farklı şekillerde yanarak hislerinizi paylaştığımı bimenizi istedim.

Önce fırından tepsiyi çıkarırken elimi yaktım, sonra haşladığım yumurtanın suyu tencereyi ateşten çekerken büyük bir başarı ile ayağıma döküldü, şimdi de çaydanlıktan fışkırarak taşan suyu silmeye çalışırken parmak uçlarım yandı... Ah güzel Allahım anladım gavur ellerde beni yakmaya kararlısın ama bari aşk ateşi ile yaksan? Yani bu ateşin fiziksel olması şart mıdır? Zira vücudumda her çeşit yara bere ve operasyon izi var, yanık izi eksik kalsa kimse fark etmez. Bir de öbür türlüsünü denesek?

İmza:
Alternatifçi Kulun Funda

8 Temmuz 2010 Perşembe

Duyduk Duymadık Demeyin...

Bir dakika önce biletimi aldım 28 Eylül'de sevenlerimle İstanbul'da buluşacağım. Sadece 10 gün kalacağım, lütfen ileri tarihli planlarınızı ona göre ayarlayın.

Görüşmek Üzere :))

24 Haziran 2010 Perşembe

Tenis maçı basketbol skoru gibi bitti!

Maalesef şimdi detayları yazamıyorum ama merak edenler için maç sona erdi. Üç gün ve onbir saat süren maç sonunda benim ve Mahut için hüsranla bitti. Talihsiz bir kaç vuruş oyunun kaderini değiştirdi. Akşama yazacağım olayları.

***
Saat birde televizyonun karşısına geçtim, Soderling'i izleyeyim diye ama Kraliçe'nin kortunu gösteriyordu televizyon dolayısı ile ilgimi kaybettim hemencecik ama kanalı değiştirmedim. JIT, TQM, Stok yönetimi vs tanımlarını hafızadan yama çalışmalarım devam ederken sunucuların Mahut ve Isnerden bahsettiğini duydum. Tekrar işi gücü bırakıp izlemeye başladım. Kortta oynanan maçı değil 18. kortta oynanacak maç hakkında konuşuyorlardı. Hatta kraliçe bu maçtan sonra 18. korta gidip tarihi maçı görmek istiyor ama bilet bulamamış falan diye. Gerçekten de dünyaca ünlü bir sürü oyuncunun maçından çok daha fazla ilgi ve talep vardı maça Nasıl olmasın ki? Bahisler 11milyon poundun üzerine çıkmış. İnsanlar maçın bitmesini değil devam etmesini izlemeye geliyorlar. Kuytuda olan kort, diğerlerinin hepsinden daha pahalı oluveriyor biranda. BBC sunucularından biri oyunların başında bu izbe korta verildiği için çok içerlemiş ama 3 gün süren birinci tur elemesinde çalışarak kendisi de bir çeşit uzun yayın rekorunu kırmış sanırım :)

***

Herkesin ana gündemi haline gelen maç başladığında ise bir saattir kuş gibi şakıyan yorumcular susuverdiler. Kimse konuşmadan, hareket etmeden topun bir sahadan diğerine geçmesini izledi. Hatta eminim ki seyircilerden bir çoğu nefeslerini tutup sonra vermeyi unuttular. Bir ara yorumculardan biri bu canlı yayın mı yoksa dünkü görüntüler mi diye sordu gerçekten de uzun bir dejavuyu andıracak şekilde aynı kurtarışlarla devam etti maç bir saat kadar. Sonra, her şey bir dakikada bitiverdi. Ben 70de maçın biteceğini tahmin etmiştim ama diğer oyuncu için.

***

Üç gün ve 11 saatin sonunda maç  çok dandik iki sayıyla bitti. Mahut kısa oynayıp sayı yapmaya çalıştı hiç de fena değildi ancak yorgunluktan olsa gerek vuruşları yaptıktan sonra sahanın gerisine çekilmeyi akıl edemedi. Karşısında 210cmlik bir dev olduğu gerçeğini unutması acıklı sonu hazırladı. 68-70 Bir tenis maçı için çok sıra dışı bir rakam. Sayı tahtasının önünde resim çekilmelerini istediklerinde Mahut'u görecektiniz. İnsanın yenilgisinin önünde hatıra fotoğrafı çektirmesini istemek çok acımasızca değil mi? 
Buraya maçın son setinin linkini koyacağım. http://www.youtube.com/watch?v=WdaEKGN00Hc ama youtube hala Türkiye'den izlenemiyor sanırım. Yine de sevgili arkadaşlarımın internet becerilerinden ve bu linke ulaşabileceklerinden şüphe etmiyorum.

***

Diğer konu ise "Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste aheste" sözü. Şimdi diyeceksiniz ki ne alaka? Tenisten ne hızla özlü sözler kısmına geçiş yaptı? Şöyle ki: Sabah Gazetesinin internet sayfasında böyle bir haber gördüm:
 http://www.sabah.com.tr/Spor/2010/06/25/isner_acele_posta_servisi 

***


TARİHE GEÇEN ISNER ELENDİ



Fransız Nicolas Mahut ile tarihin en uzun tenis maçını oynayan ABD'li John Isner, 2'nci turda Wimbledon'a veda etti.



Salı gününden başlayarak 3 gün boyunca, toplam 11 saat 5 dakika Fransız raket Mahut ile 2'nci tura çıkmak için mücadele eden ve bunu başaran Isner, bugün 22 yaşındaki Hollandalı Thiemo De Bakker ile karşılaştı.



1 saat 14 dakika süren mücadelede, Hollandalı rakete 6-0, 6-3 ve 6-2'lik setlerle3-0 yenilen Isner, 2'nci turda elendi.



Fransız Mahut ile yaptığı maçta attığı 112 ''ace'' ile bir maçta en çok ''ace'' atan tenisçi unvanını ele geçiren Isner, De Bakker karşısında hiç ''ace'' atamadı. Rakibi De Bakker ise 11 ''ace'' yaptı.



***

Ben olsam bu haberin başlığını, ALMA MAHUT'UN AHINI çıkar aheste aheste ya da  GEÇEMEZSİN ÜST TURA diye yazardım. Ohhh canıma değsin diyor, kendisini geldiği yere yolluyorum . Oysa zavallı Mahut kazansaydı öyle hemencecik elenmezdi. 

Neyse, Mahut şimdi çiftlerde oynuyor. Bari onu kazansın, eli boş dönmesin diyorum. 
Soderling üçüncü turda devam ediyor. Bu turnuvanın süpriz galibi olur mu acaba?

En Uzun Gün

En uzun gün 21 Haziran diye öğrettiler bize ama sanırım en uzun gün bu sene 23 Haziran oldu neden mi?
Açıklayayım ama biraz geri sarıp baştan başlamam lazım.

Çarşamba 223 Haziran Saat 20:00
Cuma günü Operasyon Yönetimi sınavım var, evdeyim ders çalışıyorum. Beni tanıyan herkes matematikle aramın pek iyi olmadığını bilir. Ancak geçen dönem en yüksek notumu finanstan aldığım. Bu dönem de matematiksel içeriği olan operasyon yönetiminde hiç fena değilim. Hatta o kadar ki sevgili sınıf arkadaşlarım gelip bana soruyorlar! Ben içimden nereden nereye diye düşünürken sakin sakin onlara işlemin mantığını anlatıyorum falan. (Yani bu cephede acayip gelişmeler var.)
-
Neyse, bugün sabahtan akşam yediye kadar işte çalıştım, sonra eve gelip e-kitabımdan sınavda çıkmasını beklediğim konuları okuyorum (ah, inek diye bağırdığınızı duyar gibiyim ama hiç üstüme alınmıyorum. Bir öğrenci olarak işim öğrenmek, işimi ciddiye almak ise Funda olmanın doğal bir sonucu) zira sınav sadece matematiksel işlemlerle sınırlı değil. Tam başladım yazıyorum birden aklıma ziyaret ettiğim kişilerden birinin evinde izlediğim tenis maçı geldi. Ben baktığımda yaklaşık 5 saattir devam ediyordu oyun ki o bile tarihe geçmesine yetiyordu. Herhalde artık bitmiştir, bakayım kim kazanmış diye yüce google'a sordum.


Dedi ki hala devam ediyor!!! Nasıl yani diyerek televizyonu açtım. Beş kanallı sefil televizyon bunca zamandır ilk kez açılmanın sevinci ile parladı bir an. Yaklaşık dokuz saat olmasına rağmen maç devam ediyordu! Sunucular merakla hala nasıl hareket ettiklerini tartışıyorlardı. Sanırım her türlü tenis rekorunu kırdılar.

Yaklaşık bir saat kadar derse ara verip bu tarihi maçı izledim. Benim favorim Mahut. Kendisi 191 boyunda 28 yaşında bir Fransız (detaylar için bknz. http://www.wimbledon.org/en_GB/players/overview/atpm873.html?promo=playersearch)
Dünya sıralamasında çok üstlerde değil ama 10 saatlik maç boyunca çelik gibi sinirleriyle bilmem kaç defa eşitliği yakaladı ve oyunu uzattı. Dolayısı ile kendisini çok taktir ettim hem de çok.
Rakibi John Isner ( http://www.wimbledon.org/en_GB/players/overview/atpi186.html?promo=playersearch)  ise 85 doğumlu 206 boyunda azman bir Amerikalı. Fiziksel kondisyonu iyi, çok sağlam servis atıyor ama ben oyunda gücü değil zekayı tercih ediyorum.


Artık hava kararıp sahaya yorgunluk  çöktüğünde Mahut hala oldukça zinde görünürken (bunu nasıl yaptığını anlamak mümkün değil) zavallı John ayaklarını sürüyordu. Bitmek bilmeyen beşinci setin 60. oyuna gelmesi sebebiyle halini anlamak pek de zor değil. Neyse sonunda John,  "çok karanlık göremiyorum, artık bırakmak istiyorum" dedi. Aslında Mahut "yok ben devam edeceğim" dese otomatikman kazanırdı ama demedi. (O ara kargaşaya geldi kaçırdım tam olarak ne olduğunu ama maça ertesi gün devam etmek üzere ara verildi).

-
Acaba niye Mahut ben de devam etmek istemiyorum dedi? Ben hayatta ve oyunda zekayı seviyorum ama bu adamdaki soğukkanlılığa ayrıca bayıldım. Düşün ki her türlü rekoru kırarak on saat tenis oynamışsın hem de İngilterede nadir olan çok sıcak bir günde, kaç tane oyun çevirmişsin, tam eline fırsat geçmişken, niye "ben de bırakmak istiyorum" diyorsun be adam.

-
Seçim yapma sanatı....bakalım kazansa ne olacak? Ertesi gün aynı kortta başkası ile oynaması gerekiyor. 90 dakikanın yarısını yedek kulübesinde geçiren futbolcular bile beş gün dinlenirken 10 saat solo sarsılmaz bir fiziksel ve zihinsel güçle tenis oynayan adam nasıl ertesi gün oynasın? Hadi oynadı diyelim kazanabilme ihtimali nedir? Anlaşılan sevgili Mahut, (adı Nicholas bu arada) sadece bu maçı kazanmayı değil sonraki maça hazırlanmayı düşünüyor.

-
Ders çalışmama ara verdiğim için hiç pişman değilim zira süper bir operasyon yönetimi izlediğimi düşünüyorum. Mahut süper bir kapasite planlaması yaptı. ağırlıklı seçim ağacı, oyun teorisi vs.  Şimdi yorumcular sporcuların  buz banyosu yapıp sonra da yemek yiyerek güçlerini toplamaya çalışacaklarını söyledi. Aç susuz kort köşelerinde geçirdikleri on saati nasıl ertesi güne kadar telafi edecekler bilmiyorum ya neyse. Zaten içlerinden  biri yarın korta Isner'in gelmediğini görürsem hiç şaşırmayacağım dedi. Bende onun bu görüşüne katılıyorum. ne kadar sporcu olursan ol bu kadar yoğun tempolu bir maçtan sonra et kesiği de olur, kas ağrısı da. Ama inşallah Mahut'ta daha az olur zira ben kendisini tam kapasite her türlü enerji ile destekliyorum

PS: Bu kadar şevkle tenisten bahsettim ama aslında öyle çok tenis sever bir insan falan değilim.
PS2: Yarın maçın geri kalanını izleyeceğim. Kısmen de olsa tarih yazılırken onu izlemiş olmaktan dolayı çok memnunum. İleride torunlarıma diyeceğim ki benim zamanımda bir tenis oynarlardı on saat... Onlar da oha babaanne amma atıyorsun diyecekler, ben de anlamlı anlamlı güleceğim. (Fena senaryo yazdım farkındayım)
PS3: Bu arada bence kortların yakışıklısı  Robin Soderling.
Bu en güzel resmi değil ama olsun. Sanırım yakışıklı erkekler yüzünden içimde ani bir tenis sevgisi gelişebilir :) Yarın saat birde maçı var onu izleyeceğim tabi eğer Mahut'unki biterse :P

19 Haziran 2010 Cumartesi

My Name is Khan

Uzun zamandır okulla iş arasına koşturmaktan ne film izlemeye ne de bir şeyler yapmaya yapmaya fırsat bulamıyordum. Geçen hafta iş yerimin verdiği öğrenme bozuklukları eğitiminde (her konu ile ilgili bir sürü eğittim veriyorlar ki bence bu harika) Asperger sendromundan bahsederken bu filmin adı geçti . Eve gidince bakayım dedim ama fırsat olmadı ta ki bu güne kadar. Burada pek çok Hintli arkadaşım var biliyorsunuz onlardan bir kaçına sordum filmi bilip bilmediklerini. Onlar da çok beğendiklerini söyleyince ben de yüce Google'a sordum nereden izleyebileceğimi hemen Türkçe alt yazılı seçeneği verdi. Alt yazılar arada görünmüyor ve görüntü kalitesi çok iyi olmasa da izlenebilir. Türkiye'de vizyona girmediğini düşünmediğim için alt yazılı olarak bulunca çok şaşırdım. Filmin resmi İnternet adresini veriyorum, korsanı özendirmemek için:


Filmin konusunu anlatmak istemiyorum, izleyin diyorum sadece. Ben salya sümük ağladım, duygu sömürüsü yapmadan duygulandırmayı başaran bir film. Daha önce de Black diye bir Hint filmi izlemiştim, kör ve dilsiz bir kızın hayat hikayesini anlatıyordu, o da çok başarılıydı. Bu tip filmleri izledikçe Bollywood filmlerine olan saygım giderek artıyor. Zaten önceden de renkli, danslı, müzikli olduğu için hoşuma gidiyordu ama bu filmler hem ciddi, hem gerçekçi, hem de başarılılar.

My name is Khan- Benim adım Khan- politik, romantik ve dramatik bir film. Hepsinin uygun dozda güzel bir karışımı. Eğer bu bir Amerikan filmi olsaydı çok daha taraflı ve daha kahramanlık vurgulu olurdu. Oysa hem yazar hem de yönetmen hikayeyi gerçeğe en yakın şekilde ele almışlar. Filmi benim için bu kadar etkileyici yapan şeylerden biri de buydu. Benim bir Amerikan filminde şaşırmam mümkün değildir, şimdiye kadar olan tecrübelerinizden zaten biliyorsunuz ki film yirminci dakikayı bulmadan olay örgüsü çözülür, bazı durumlarda karakterlerin diyeceklerine kadar detay verebilirim. Bu yüzden de artık eskisi kadar film izlemekten zevk almıyorum. Dünya filmlerini keşfetmemin zamanı gelmişti yani anlayacağınız.

Neyse filme geri dönersek sıradan olmayan insanların an az kendileri kadar sıra dışı hikayelerine güzel bir örnek bu film. Hayata bambaşka bir bakış açısı getiriyor. Bana biraz Forrest Gump'ı biraz da Sam'i  hatırlattı Khan karakteri. Asperger Sendromu otizmin yüksek işlevsel bir türevi. Göz ve tensel temastan kaçınma, duygusal ifadeleri anlamakta ve göstermede zayıflık, mekanik olayları çok iyi kavrarken mecazi kavramları hiç anlamama ve benzeri özellikleri var. Filmde bunların hepsinden bir parça bulmak mümkün. Eğer Sean Penn'in I am Sam'ini ya da tom Hanks'ın Forrest Gump'ını beğendiyseniz Shahrukh Khan'ın Rizwan Khan'ını da beğeneceksiniz.

Filmde ana karakterin söylediği şeylere bir örnek vermek istiyorum.

Benim adım Rizvan Han. Size biraz farklı görünebilirim.Bunun nedeni Asperger Sendromu. İsmi, çocuklar arasındaki değişik davranışları fark eden doktor Hans Asperger'den geliyor. Aspergerli olmam aptal olduğum anlamına gelmiyor. Ben çok zekiyim fakat insanları anlamıyorum. İnsanların neden kastetmedikleri şeyleri söylediğini anlamıyorum. Mesela bana istediğin zaman evime gelebilirsin diyorlar, sonra da istediğim zaman onlara gidince neden bu saatte geldin diyorlar. Bazen insanlar kaba olduğumu düşünüyorlar. Kaba olmak istemiyorum, kaba olmak iyi değildir. Annem bana dünyada sadece iyi ve kötü insanların olduğunu söyledi ve ben iyi bir insanım...




24 Mayıs 2010 Pazartesi

Londra'ya yaz geldi

Londra yanıyor. Hava sıcaklığı yaklaşık 25 derece her yeşil alan plaja dönmüş durumda. Güneşe alışkın olmayanlar aniden bastıran sıcaklar nedeniyle afallamış haldeler. Ben ve benim gibi sıcak memleketlerden gelenler için harika ama yerliler şimdiden öfleyip pöflemeye başladılar.
Resimde görüldüğü gibi Hyde Park yeşil bir plaja dönüştü. Aslında daha çıplak kişiler de vardı ama onların resimlerini çekmek istemedim, sapık sanmasınlar diye.

Pazar günü Londra'ya ilk geldiğimde (2002) gördüğüm ilk yer olan Hyde Park'a geldim. İlk geldiğimde bir güvercin ve sincap birbirlerini kovalıyorlardı. Sonra parkın içindeki gölün kenarında oturup kazları beslemiştim. Kısacası biraz nostalji yaptım. Hyde park çok eğlenceli bir yer, göl kenarında oturup gelen gideni izleyerek tüm günü hiç sıkılmadan geçirmek mümkün. Hatta iyi bir gözlemci geçen kişilerden uzun bir roman için gerekli tüm karakterleri bir kaç saat içinde bulabilir. Bir gün fotograf makinası ile bunu yapmalıyım. Sarışın mavi gözlü zenci çocuklardan, leopar desenli saçlı erkeklere, patencilerden üç tekerlekli yatık bisikletli (bu aletin adını bilmiyorum ama öğreneceğim hatta kiralanabiliyorsa kesinlikle deneyeceğim) insanlara herşey mevcut bu parkta.

Güney Afrikalı arkadaşım bebeği ile katıldı bana küçük pikniğimde. Henüz 3 aylık olan oğlu ile gayet mutlu mesut saatler geçirdik. Londra sanırım yeryüzüne en çok melezin yaşadığı yer olmalı. Arkadaşımın kocası da bir melez o yüzden bebiş oldukça açık tenli. Babası yarı zimbabve yarı irlandalı. Nasıl bir karışımdır Allahım bu bilmiyorum ama resimlerini gördüm çok yakışıklı. Bebiş de ona çekmiş. Komik olansa kollarının renginin bacaklarından açık olması. Annesi bu durumu üst taraf babasına altı bana çekmiş olarak açıkladı:)
Hayvanlar aleminde komik bir hayvan var tapir diye, yukarıdaki resimde görüldüğü gibi siyah beyaz bebişi ona benzetip güldük. Tahminimce büyüdükçe rengi düzelecek, eşitlenecektir.

PS: Bakın bakalım kucağıma yakışmış mı?
PS2: Küpeleri hatırladın mı özce?

7 Mayıs 2010 Cuma

Londra'da Yağmur ve Çiçekler


"Britain in bloom", tomurcuğa kesmiş Londra. Bu aralar sokaklarda hep bu ilan var, bir yarışma ilanı bu. Belediyeler kendi aralarında en yeşil ve çiçekli olanı seçmek için yarışıyorlar, çiçeklerin keyfini sürmek bana düşüyor. Gerçekten de Londra baharda bir başka güzel: tabi bahardan kasıt, güneşli güzel havalar kuşlar kelebekler falan değil. Burda yağmur bitmiyor, iki güneş açsa sonra üç gün niye eldivenleri kaldırdım diye söylendirecek kadar soğuk oluyor vs. Geçen gün üşenmeyip tek dişi kalmış makinemle biraz yağmurlu çiçek resmi çektim. Bu güzellikleri sevgili okuyucularımla paylaşmak isterim :)
Tek dişi kalmış makina nasıl oluyor derseniz şöyle ki:

Birgün makinayı kılıfından çıkarırken yere küçük bir parça düştü. Eğilip baktım çekmek için bastığımız yuvarlak düğmenin yuvarlak kısmı kaldırımda parladı. Aldım yerine taktım ama kırılmış, tutması. Niye kırıldı, ya da o kadar alakasız bir yer nasıl kırıldı hiç bilmiyorum. Bir kaç yere tamire götürdüm ama yapabilen çıkmadı. Şimdilik tarzan yöntemi ile küçük bir dal parçası ile kırılan yere bastırarak çekiyorum resimleri. Özellikle yağmurlu ve rüzgarlı günlerde makro çekim yapmak pek bir zor oluyor. Yine de bu zorlu koşullarda ve ilkel imkanlarla ortaya güzel kareler çıkabiliyor.Blue bells- Bir çeşit Sümbül ama kokmuyor bizimkisi gibi.


Güney Afrika'nin dogal bitki örtüsüne ait bir çiçek. Adını malesef hatırlamıyorum. British museum'un önüne geçicibir Afrika bahçesi kurmuşlar. Sırf onu gormek için gecen haftasonu tekrar muzzeyi gezdim. Louvre'dan sonra tabi çok küçük geldi bana. Zaten dünyanın dört tarafından çaldıkları taşları heykelleri yığmışlar, kendilerine ait birşey yok. Türkiye 'den kaçırdıkları Halikarnas Molazyumu ve bir tapınak daha tüm heybeti ile orada ziyaretçilerini bekliyor. Ama bu apayrı bir konu, çiçeklerin güzelliğini bozmasina izin vermeyeceğim :)


Kendi resmimi koymadigim için birkaç sitem aldım dağınık ve ıslak saçlarımla heykelimsi bir ağacın önünde çektirdiğim tek pozumu koydum buraya. Malesef resmi çeken kişi belli ki arkadaki ağacı benim kadar beğenmemiş. Oysa ki modern bir heykeli andırıyordu. Belki bir sonraki bloga koyarım onun tam boy resmini. 
Islak saç demişken (Konudan konuya atlama eğilimindeyim bugün neden bilmiyorum, umarım takip edebiliyorunuz.) iki gün önce düzgün uzasın diye saçlarımın ucundan azıcık kestirmek istedim ama buradaki kuaförler ucundan azıcık kavramına yabancı olmalılar ki civciv ettiler beni. son üç ayda milim milim uzattığım saçlar eski boyuna döndü. Israrla uzun saça geri dönememi isteyenleri hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgünüm. Şimdi tek tesellim buradaki nemli hava yüzünden saçların çabuk uzaması. Saç bitki değil uzamasının nemle ne alakası var diyenleri burada bir ay yaşamaya davet ediyorum. Bilimsel bir açıklama getiremeyeceğim ama fikri olanları dinlemek isterim.


PS: Aklıma gelmişken geçen blogumda bahsettiğim leylaklar açtılar. Hem de tek renk değil; beyaz, lila ve morcivert olmak üzere üç farklı tonca açtılar. Son söylediğim tonu bilmeyenlere çok koyu maviye kaçan mor olarak açıklayayım. Gerçekten gözalıcı görünüyorlar ve elbette kokusu da baş döndürücü. Kokulu çiçekleri sevdiğimi söylemiş miydim? (Evet sanırım söylemiştim)

İlk koyduğum resimdeki ağaç sanırsam bir çeşit yabani kiraz ağacı, Japonların sakurası olabileceğinden şüpheleniyorum. Top top pespembe cıvıl cıvıl bir ağaç bu adı her ne ise. Bence her bahçede bulunmalı!!! İkilimeler de pek bir yakıştı kendisine, neyse konuya dönersek bu narin ve neşeli ağacın küçük pembe yaprakları rüzgarla uçuşarak kaldırımları kar gibi kaplıyor. Bakınız aşagıdaki resim. Hollywood'un romantik komedilerine fon olabilecek görüntüler oluşuyor. Esas kız evinden çıkarken hafif bir rüzgar saçlarını dalgalandırıyor, o sırada oradan geçen esas oğlan onu ağır çekimde uçuşan pembe yaprakların arasında bir perki kızı gibi görüyor ve aşık oluyor vs. Senaryoyu yazadım ama henüz bu rolü oynama fırsatım olmadı. Mevsimi bitmeden bana esas kız olarak sıra gelir inşallah, figüranlık nereye kadar değil mi? 

20 Nisan 2010 Salı

Yeşil Londra'da Renkli Bahar




Bahar Geldi, etraf yeşillendi. Benim aklımda İzmir'de açan akasyalar mimozalar, İstanbul'da laleler, Bursa'da erguvanlar, Hatta çocukluğumun Ankarasından Leylak kokuları var. Herkesin bildiği gibi ben gerçek bir bitkiseverim, dolayısı ile Londra'da da gözlerim bitkileri arıyor. Şansıma, Londra parklar ve bahçeler konusunda son derece zengin olduğu için burada bahar mutluluğu yaşmak çok kolay.

Daha önce Londra'yı görmemiş olanlar için buradaki yeşil alan oranını şöyle açıklayabilirim. Devletimizin İmar ve İskan Bakanlığı kentte kişi başına 10 m2 yeşil alan öneriyor. Büyükşehirlerimizde durum 2009 itibariyle:   


1)İstanbul:2,5 m2 http://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=17004 
2)İzmir:1,5 m2 http://www.mimdap.org/w/?p=7375 
3)Eskişehir: 3 m2 
4)Antalya: 4,5 m2 

5)Ankara'da kişi başına düşen yeşil alanın 17.3 m2'yi yakaladığını büyükşehir belediyesi açıklamış ama bilemiyorum gerçeklik payını. Türkiye'de 10 m2/kişi olan yeşil alan normunun Amerika ve Avrupa kentleriyle karşılaştıralım:
Stockholm'de 87,5 (en yeşil Avrupa kenti 2009 birincisi)
Amerika'da 77-84m 
İngiltere'de 78m
Amsterdam'da 45,5m
Roma'da 45,3m 
Fransa'da 35,7 m


Türkiye'nin en başta 10m2 hedefini yakalaması sonra da bunu 30a çıkarması lazım betonkent olmaması için. Sosyo-politik konuları açıklığa kavuşturduktan sonra biraz doğal güzelliklere bakalım. 
Regents Park'tan bir manzara. Londradaki İrili ufaklı yüzlerce parkın neredeyse hepsinde göl ya da gölet bulunur. Yeşillik ya da suya bakan evlerin fiyatleı yaklaşık %35-40 daha pahalıdır. Tek başına bu bile şehri yeşillendirmek için yeterli bir motivasyon sayılmaz mı?

Londra'da parklar sadece yeşil alan olarak düşünülmez. doğal yaşam parklarının dışında birçok hayvana evsahipliği yapan parklar vardır. Genelde su kuşları ve sincaplar buraların daimi konuklarıdır. İlginç bir detay ise tüm kuğuların Kraliçeye ait olduğu gerçeğidir, hepsinin ayağında özel tanıtıcı yüzükleri var. kuğulara zarar vermenin ciddi bir cezası varmış, kraliçenin malına doğrudan zarar vermek anlamına giriyor sanırım. 
Parkların klasikleri arasında yandaki gibi siyah kuğular bulunur. Onlara sıklıkla kazlar, ördekler ve bazen de ne alaka bilmiyorum ama pelikanlar eşlik eder. Güvercin ve sincapları saymıyorum zira onlar her yerdeler. Geldiğimden beri belki 30 kere sincap gördüm ama her seferinde çocuk gibi seviniyorum. Bir hayvan bu kadar mı şeker olur? Minicik elleriyle birşeyler yemeleri, sıçraya sıçraya gezmeleri... hastayım sincaplara

Bizim nasıl tipik ağaçlarımız varsa mevsimsel olarak burada da Manolyalar, kamelyalar ve orman gülleri var. Ben kokulu çiçekleri her zaman tercih ederim ama bunların da rengi yabana atılır gibi değil. 


PS: Angel'da bir kilisenin bahçesinde tomurcuğa durmuş bir leylak keşfettim. Yarın gidip açmış mı diye kontrol edeceğim. Mükemmel renk ve koku bir arada... Keşke Leylakların ömrü bu kadar kısa olmasaydı da tüm sene kokusuna rengine hasret kalmasaydım. 
Yine de herşeye rağmen, Hoşgeldin bahar! 

24 Şubat 2010 Çarşamba

Dersimiz Trafik: Yollarin Dili Olsa

 
Londra yollarında Türkiye'dekine hiç benzemeyen bir trafik var. Bu, sadece kendi kendine gidiyormuş gibi görünen direksyonu sağdaki arabalardan kaynaklanmıyor. Yollar ne kadar işlek olursa olsun korna sesi pek duyulan birşey değil Londra'da. E-5 in kenarında yaşayan ve hergün dolmuşçuların kornayla besteledikleri yeni makamlara aşina biri için buna alışmak biraz zaman alıyor taktir edersiniz ki.  
Londra sakinleri ya da yetkileleri trafik ışıkları ya da dolmuşçuların korna/mors alfabesinden daha etkili bir yol bulmuşlar. Yolların dili olsa da konuşşa demişler ve yolu konuşturmanın yolunu bulmuşlar. Neden bahsettiğimi anlayabilmeniz için bir kaç resim koydum. Henüz tüm kuralları çözemedim -zaten normalde de araba kullanmadığım için bu işte pek iyi değilim. 

Öncelikle Londra'da İngilizden çok yabancının yaşadığı ve turizmin gerçekten bu şehrin kalbi olduğu gerçeğini gözardı etmemişler ve alışkın olmayan bünyeler için gerekli uyarıları her yere koymuşlar. Bu yetmemiş, biraz da yollara yazmışlar insanlar karşıdan karşıya geçerken ezilmesinler diye.Yollarda otobüsler, yayalar ve arabalar için farklı renklerde çizilmiş çizgiler var. 




Yandaki resimde kaldırımın yanında görülen kırmızı çift çizgi sanırım işaretli bölgelerde durulamayacağı anlamına geliyor. Yaya geçitleri genelde sarı/turuncu ile boyanmış oluyor. Bisiklet yolları yeşil, ışıklarda her zaman bisikletlerin beklemesi için en öndeki kısım onlara ayrılıyor ve bu bölge de yeşille boyanıyor. Hava ne kadar soğuk ya da yağışlı olursa olsun insanlar bisiklete binmekten asla vazgeçmiyor. Ben de bir bisiklet sahibi olmak istiyorum. Bu şekilde daha özgürce daha çok gezebilirim :)

Bu resimde baklava desenli alan kesinlikle kimsenin duramayacağı bölgeyi işaret ediyor. Dönüş için bekleyen araçların önünde yerdeki C harfinin gizemini çözemedim ama Centre-merkez anlamına geliyor olabilir zira burada özellikle ana yollarda, yolun gittiği yeri asfalta yazma gibi bir uygulama var. Tabelayı kaçırdım sorunu olmuyor dev gibi yazılarla yolu takip etmek oldukça kolay. Trafik hızı da oldukça düşük, sanırım gerçekten şehir içindeki 50 ya da 70 hız uygulaması burada hayata geçmiş.


Beni tanıyan herkesin bidiği gibi trafikte en sinir olduğum şey yaya haklarının araç haklarının geriside kalmasıdır. Burada insan verilen önem ve değeri kaldırımlardan ve yaya geçitlerinden bile anlaşılıyor.  Resimden net olarak anlaşılıyor mu bilmiyorum ama kaldırımlar 10 cmden alçak olmasına rağmen kaldırım ve yolun kesiştiği yan yollarda yol yükseltilerek kaldırım hizasına getirilmiş. Bu şekilde yaya yol boyunca yürürken kaldırımlardan inip çıkmak zorunda kalmıyor, arabalar içinde yükselti ve yön uyarısı gördüğünüz gibi ok işaretleri ile yapılıyor. 


Bu örneği bulmak için oldukça çok dolaşmam gerekti. Eğer kaldırımın yüksek olması gerekiyorsa yaptıkları uygulama basamaklama. Nüfusun giderek yaşlandığı bir ülkede bu tip şeylere sanırım biraz daha fazla dikkat ediliyor. Londra'da yaya olmak pek çok büyük şehirden farklı olarak oldukça kolay ve güzenli.Hatta sağınıza solunuza bakmadan yola çıksanız bile birinin size çarpma olasığılı yok denecek kadar az. Etrafta belirtmemesine rağmen daha önce belirttiğim gibi trafik hızı oldukça düşük ve sürücüler yayalar ve bisikletliler hakkında oldukça duyarlılar.

Bir gün benim güzel ülkemde de bu trafik standartlarına ulaşmayı umuyorum. Ne zaman olur, benim ömrüm yeter mi bilmiyorum ama yine de umuyorum.

9 Şubat 2010 Salı

Gençlik iksiri

Mitoloji gençlik iksiri ya da gençlik pınarını arayan sayısız kahramanın hikayesi ile doludur. Sadece mitoloji değil, dünya kültürlerinin hemen hemen hepsinde bu konuda verilmiş sayısız örnek vardır. Benim kişisel favorim Dorian Grey'in Portresi'dir. Bilenler bilir ama bilmeyenler için bu klasik kitaptan kısaca bahsetmek istiyorum. 

(Bu arada filmi var http://www.imdb.com/title/tt1235124/  dün gece izledim)

Dorian genç, yakışıklı ve saf bir kasaba insanıdır. Londra'ya gelince tanıştığı Henry karakteri onun ahlakını bozar. Önce sigaraya, sonra alkole ve tabi ki kadınlar alıştırır. Dedesinden gelen miras ve sosyetenin gözbebeği olması nedeniyle kısa sürede yozlaşır. Onun güzelliğine hayran olan bir ressam portresini çizer. Bizim yakışıklı hedonist karakterimiz yaşlanarak güzelliğini kaybedeceğinden korktuğundan kendi yerine portresinin yaşlanmasını diler. Burada Şeytana "daha çok bilmek" için ruhunu şeytana saten Faust'un, "sonsuza kadar genç kalmak" için ruhunu satan versiyonunu görürüz. Dileği kabul olur ve yaşlılığın ve günahlarının izleri kanvasta kendini gösterirken Dorian ebedi gençliğini sansasyonlara konu olacak şekilde yaşar. Tabi ki eninde sonunda gerçekler ortaya çıkar ama sonunu anlatarak heyecanını kaçırmayayım.

Mitolojide sonsuz yaşamın peşinden giden kahramanlardan en bilineni Gılgamıştır. Sevgilisinin ölümü ardından ölümsüzlük otunun peşinden yerin altını üstünü getirip tam buldupu anda da otu bir yılan kaptıran bu kudretli yarı tanrı da malesef ölümle randevusunu atlatamaz. 

Ölümü yenen kahraman olarak bir iskoçyalı highlander kabilesi var. Vampir, zombie falan onları saymıyorum zira onlar öldükten sonra ölümsüz kalıyorlar ki bu ayrı bir konsept. Günümüzde ise yaşlılık korkusu ya da genç kalma arzusu plastik cerrahiyi besleyen nehirler olarak görülebilir. Henüz estetik-gençlik pınarına gitmeye niyetim yok ama bir önceki durak olan kozmetik-gençlik pınarı her yaştaki kadın ve erkek için cazip bir durak.
 
Önce bir kutu boya alınır. Buradaki  kutulardan bir sürü parça çıkıyor, yapboz gibi. Dikkatle sayfalar uzunluğundaki talimatname okuunur. Tüpün içindekiler büyük şişeye dökülüp çalkalanır. Saça koruyucu krem sürülür. Şişenin ucuna taraklı uç takılır ve bir arkadaş yarddımı ile boya yapılır. tam olarak 30 dakika sonra yeni saç renginiz yıkamaya hazır. 

Ben kızıldan kendi rengime dönmeye karar verdiğim için en koyu kahverengini seçtim. Zira rengin yıkadıkça açılacağı gerçeğini göz önünde bulundurmak lazım- bir nevi amortisman hesabı yaptım yani :P Sonuç aşağıdaki gibi oldu:


Üniversiteye ilk başladığım yılları hatırlayanlar bir karşılaştırma yapabilirler. Ama sanırım şimdi daha güzeli demeyelim ama bakımlıyım :) Burda aldığım iltifatlara göre yıllanmış bir şarap sendromuna yakalanmışım, ki bu hiç de fena birşey değil. Saçlarım artık resimdeki kadar koyu değil, kendi renginde. Ne kadar genç mi görünüyorum, 23 diyorum şüphelenen çıkmıyor, o kadar!!!

Şimdi bu konuya neden girdin derseniz, hatırlamıyorum. Oysaki başlarken güzel bir yere bağlamayı planlamıştım. Neyse, aklıma gelirse sonradan eklerim.


5 Şubat 2010 Cuma

Londra ve Dilleri

Londra'da İngiliz kalmadığını üzülerek beyan ederim.

Eğer muhteşem aksanlarını duymak için sarı İngilizleri görmek isteyenlerdenseniz Londra'nın dışındaki şehirleri tercih etmenizi öneririm. Zira burda onlardan kalmamış.

Bununla birlikte Londra gerçekten muhteşem bir şehir. Sadece tarihi ve mimarisiyle değil şehri oluşturan insanlarıyla. Paris ya da Roma gibi şehirlerde de farklı milletlerden insanlarla karşılaşabilirsiniz ancak onları da görmüş biri olarak Londra gibisi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Postane sırasında -ki inanın çok uzun oluyor her nedense- önünüzde Fransızca konuşan iki kişinin yanında Çinliler, sizin arkanızda Hintliler, solunuzda Polonyalılar, sağınızda Bangladeşliler olabilir. Hintli vejetaryen sınıf arkadaşınızla öğle yemeği yiyip, İranlı olanla muhasebe ödevini tartışabilir, öğleden sonra İrlandalı hocanızla muhabbet edip Kanadalı teknik şefle bir türlü çıkmayan öğrenci kartınızla ilgili görüşebilirsiniz (aynı bu sırayla başımdan geçti.)

Baker ve Eversleyin 2000 yılında yaptıkları araştırmanın bulgularına göre Londra'da 250 den fazla farklı dil konuşuluyor! Aranızda belki şaşıran olur ama ben hiç şaşırmadım zira Türkçe en çok konuşulan dillerden biri. 850.000 okul çocuğu ile yaptıkları araştırmada Türkçe 15.600 kişi ile altıncı sırada yerini almış!!!(Birinci sıradaki İngilizce'den sonraki dört sırada Hindistanda konuşulan 4 farklı dil var arkasından da biz)

Ezcümle: Biz var ya biz, heryerdeyiz :)

Etrafta ne kadar çok türk olduğu konusuna daha önce değindiğim için tekrar girmeyeceğim. Sadece burdaki vatandaşlarımızın boş durmadıklarını ve popülasyonu asimile etmek için hızla çalışmalara devam ettiklerini belirtmek istedim :)

Tembellik ve dua

Uzun zamandır blog yazmadığımın farkındayım. En son Özlem'in konuya parmak basmasıyla buna değinmek istedim. Aklımda biriken konular olmasına rağmen yazamamamın nedeni ise hiç anlamadığım konular olan muhasebe ve finansın derinliklerine gömülmüş olmam. Geri kalan zamanı da internette muhabbet ederek ve iş başvuruları yaparak geçiriyorum.

Blog konusunda yaptığım tembellik, kitap içinde söz konusu malesef.Bir yerde takıldım ve ordan çıkmamı sağlayacak olan ilham gelmediğinden üç satır yazıp beş satır silerek kendime eziyet ediyorum. Ne blogu ne kitabı yazamamanın vizdan azabı dışında bir de bir türlü sonunu göremediğim ödevlerin gerilimi bu yaşımda bana fazla geliyor sanırım.

Londra'da havalar çok soğuk değil, İstanbul'un karlı olduğunu düşünürsek ılık bile sayılabilir ama sebebini çözemediğim bir uyuşukluk var üstümde. İstanbul'da her sabah 6 da kalkan ben saat 9da sürünerek uyanıyorum. Taş filan taşıma durumum da yok ama nedense gözlerim açılmıyor. Geceleri de kurulmuş gibi 12 de yatıyorum oysa.

Merak edilen diğer bir konu ise aşk hayatım. Aslında bunca koşuşturmanın arasında aşk hayatı diye birşey oluşturmuş falan değilim. Blog, kitap ve ödevi aynı anda yapamazken bunu nası becereceğim bilmiyorum ya neyse. Yine de burda beni motive eden sevgili arkadaşlarım sağolsunlar hintli ya da bagladeşli olmayan birini ancak işe başladıktan sonra bulabileceğimi söylüyor. Dolayısı ile öncelikli odak noktasını iş bulmak olarak belirledim.

Ekonomik anlamda Londra'da çalışmadan yaşamak için lotoyu tutturmuş olmak gerekiyor. Hazıra dağ dayanmayacağı gerçeğini göz önüne alırsak topluca "Funda en kısa zamanda başvurduğu işe kabul edilsin" dua seansına başlamalıyız.Bu yazıyı okuyan herkesin katılımını bekliyorum :)

Beni burda en çok mutlu eden şey: herkesin benim 22lik sınıf arkadaşlarımla aynı yaşta olduğumu sanması ve daha da güzeli küçük Hindistan'ı aratmayan sınıfımda Rus güzellik kraliçesi edasıyla salınıyor olmam. Yani siz düşünün sınıfın halini!

23 Ocak 2010 Cumartesi

Kabus

Siyah fularım,lenslerim,uzun saplı çantam,öys'ye girerken kullandığım uğurlu kalemim... Valizim hazır ama evden çıkamıyorum. Aradan bir saniye ya geçiyor ya geçmiyor yine odamdayım, valiz bomboş ve ben tekrar toplamaya başlıyorum.

Kadıköy'deyim. Sokak boş, yalnızım. Özce nerde diye düşünüyorum, onu göreye gelmediysem Kadıköyde işim ne? Telefonumu elime alıyorum onu aramak için tarih 20 ocak yazıyor. Nasıl yani? Niye Londra'da değilim? Uçağı mı kaçırdım? Tüm o ince uğraşlar ve ayarlamalar boşuna mı gitti? Ağlıyorum ağlıyorum ama gözümden hiç yaş akmıyor.

Kaan'ın evinde film izliyoruz. Mutfağa gidiyorum su almaya geri dönüyorum kimse yok. Evden çıkmak istiyorum ama kapı yok, heryer duvar olmuş. Odalarda dolanıyorum, dolanıyorum sonunda bunun rüya olduğunu anlayıp uyanıyorum.

Geleli onbir gün oldu daha normal bir rüya görmedim. Sürekli sıkıntılı gerilimli şeyler görmemin bir sebebi olmalı. Oysa burada rahatım hiç de fena değil: Kaldığım ev kendi evimmiş gibi davranıyorum. Geçen gün mercimek çorbası yaptım düdüklüde süper oldu. Türk marketleri sağolsun sirke mercimek vs bulmak zor olmadı. Hatta kek bile yaptım.

Okul desen: pazarlama hocası Cem yılmazın güney Afrrikada doğmuş zenci versiyonu gülmekten dersi anlamama riski dışında sorun yok. Finans hocası tipik muhasebeci formatında ama ingilizcesi oldukça anlaşılır. Gelir gelmez daha bismillah demeden ödev kağıtarını dağıttı ama kötü değil. İnsan kaynakları hocası herhalde okuldaki tek bayan hoca. Kendisi de psikolog ama henüz konuşma fırsatımız olmadı.

İş desen: henüz işim olmadığı için onunla ilgili bir sorun zaten olmaz. O zaman bu kabuslar neden sebep bilemiyorum. allahın izniyle ek valizim elime ulaştığı zaman bu rüyaların kökten çözüleceğini düşünüyorum.

Bugün sevgili kardeşim Oğuz -söylenen boğa- ve ondan da sevgili Özlem valizimin son rötüşlarını tamamladılar. Eğer vakıfbank beni çıldırtmasaydı ve Özce'nin interneti çalışsaydı muhtemelen çok huzurlu bir uyku uyuyacaktım ama şimdi emin değilim.

Aslında bugün keşfettiğim Türk sokağından bahsetmek istiyordum ama nasip olmadı. Heryerde dönerci olması son derece alışılmış bir durum ama lahmacuncu vee baklavacı da görünce şaşırdım. Oraya bir daha gideyim de fotoğraflarla süsleyerek yazayım yazımı bari.

PS: Yazı demişken romana devam ediyorum ama vakit darlığından biraz yavaş ilerliyor. Tek söyleyebileceğim ilginç olduğu ben bile ne olacağını bilmeden yazıyorum dolayısı ile sonunu tahmin etmek kimse için mümkün olmayacak :P

14 Ocak 2010 Perşembe

Polis, Mango ve Otobüs

Londra'ya gelenler bilir, bu şehrin altında muazzam bir metro ağı vardır. Yerin altında oniki değişik hat, üstünde ise hafif ve normal olmak üzere ik farklı çeşit raylı sistem bulunur.Hiç ıslanmadan ya da üşümeden istediğiniz yere gidersiniz. Bununla beraber ben metroyu kullanmıyorum. Her zaman olduğu gibi bu konuda da ısrarla anormal olan şeyi yapıyorum ve otobüsü kullanıyorum. Şehrin altında ulaşım kolay ama şehrin üstü de vakit alsa da görülmeye değer bir çok güzel şeyle dolu.

Bugün okula gitmem gerekmediği için sevgili arkadaşım Selda ile buluştum. sohbetimiz sırasında kayıt olmak için herhangibir polis istasyonuna değil Borough Caddesindekine gitmem gerektiğini öğrendim. Metro ile on dakika bile sürmeyecek bu yolu gitmem oldukça uzun sürdü zira oraya giden otobüslerin nerden kalktığını sorduğum kimse bilmiyorudu. Sınırsız otobüs kartıma güvenerek o yöne gittiğine inandığım bir otobüse binddim, şöföre yolu sorunca bir aktarmayla denizaşırı ögrenci kayıt merkezine ulaştım.

Kapıdaki Türklere doğru yerde olup olmadığımı sordum, içerdeki kuyruğa katıldım. Yanımda Türkçe konuşan çocuktan adres yazmak için kalem istedim. Sıra bana bir türlü gelmeyince hava almak için dışarı çıktım. Yolun kenarında Turkish Bank buldum. Yanımdaki TLyi pounda çevirdim. Az ileride Tas Restorantı gördüm, mercimek çorbası ve imam bayıldı reklamı dikkatimi çekti. Büroya dönüp sıraya girdiğimde yanımdaki kız birşeyler sordu konuşurken suriyeli olduğunu söyledi. Türk kökenliymiş ama türkçe bilmiyormuş, alışveriş ve eğlence için sürekli İstanbula gidiyormuş. Bilmem bu paragraftaki Türk vurgusunun derinliğini anlayabildiniz mi? Heryerdeyiz!!!

Bir buçukta girdiğim sıradan ancak üç buçukta çıkabildim. Kağıda basmak için çektikleri resimde keş gibi çıkmışım, çok moralim bozuldu ama ne çare. Buraya kadar gelmişken kapanmadan hint marketine gitmeye karar verdim ve tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi yine kimse hangi otobüsün oraya gittiğini bilmiyordu. Neyseki otobüs duraklarında süper haritalar ve açıklamalar var. Ben onları incelerken tam yanımda gitmek istediğim yere giden otobüs durdu. Daha da iyisi aynı otobüs evimin olduğu yere kadar gidiyormuş.

Ne adını ne tadını bildiğim sebzelerin arasında gezerken neden lişi göremediğimi düşündüm. Her zamanki gibi muz süper ucuz. Beş mangoyu bir pounda aldım, yaklaşık 3 kilo muz da aynı fiyattı. Türkiye'de asla tazesini bulamayacağımız ama Hint mutfağının vazgeçilmesi olan taze kişnişten de aldım. Bu akşam güzel bir salata yapacağım. Keşke nar ekşisi getirseymişim.

İnsan ne kadar garip ve küçük şeyleri özleyebiliyor. Gelecek ilk valizle isteyeceğim şeylerden ilki bu olacak, sonra uzun saplı bir çanta ve tarhana.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Okulda ilk gün

Türkiye'de bize bildirilen okula başlama tarihinin Salı olması zaten en başından beri beni rahatsız etmişti. Salı günü okula geldiğimde elbette bunun ikinci gün olduğu ve kredisiz zorunlu derslerin başladığını öğrendim. Okula %85 devam zorunluluğu var, bunun altına düşünce vize ofisine bilgi veriliyor ve başın derde giriyor.

İlk gün yapılacak kayıt işinin en fazla bir saat süreceğini hesaplayarak öğle yemeğinden sonra derse girmeyi planladım. Küçük Hindistan'da ilk gün beklediğimden çok farklı gelişti. Sabahın erken saatinde gitmeme rağmen Mumbai’nin sokaklarını aratmayan bir görüntü ile karşı karşıya kaldım. Resepsiyondaki sınırlı sayıdaki İngiliz kızın pek kibar olduğunu söylemem çok mümkün değil. Israrla İngilizce testine girmem gerektiğini söyledi. IELTS’ye bir sürü para verip oldukça yüksek bir puan aldıktan sonra hala İngilizce testine girmek zorunda olmam bana ne kadar saçma gelse de tartışmanın bir anlamı olmadığı için labirenti aratmayan okulda dediği sınav salonunu aramaya başladım. Yolda birkaç Türk kızla tanıştım. Zaten renk farkı yüzünden Türkleri ayırt etmek oldukça kolay oluyor.

Hep beraber sınava girdik. Bence gayet gereksiz bir kompozisyon sınavı olduk. Tabu oyununun kurallarını anlattım. Sevgili Özlem’in kulaklarını çınlattım. Totem ve tabu örneğini de verecektim ama okuyacak kişiye acıyıp vazgeçtim. Sonra online gramer testi olduk ki bir saat sürecekti ama ben 30 dakika olmadan çıktım. Sabah işimin kıza süreceğini düşündüğümden kahvaltı yapmamıştım. Kurabiye ve meyve suyu alıp geri döndüm. Kayıt çilesi aynı acı düzeyinde devam ettiği için başıma ağrılar girdi. Sınıftaki koyu tenli erkeklerin nazarı değdiğini düşünüyorum zira kız sayısı az olduğu gibi Hintli ve zenci kızların yanında hepimiz kıyafetimiz ve görüntümüzle güzellik kraliçesi gibi duruyoruz.

Sabahın dokuzunda başlayan kayıt işlemi üç buçuk olmasına rağmen bitmediği ve beni kafamı duvarlara vurmak istetecek kadar zorladığı için kaçınılmaz olarak migren atağı geldi. Hesap açtırma işlemi için önümdeki on iki kişinin işinin saat beşe kadar bitmesi matematiksel olarak mümkün olmadığından hızla ortamdan uzaklaştım.
Yarım saatlik otobüs yolculuğundan –yanımdaki yaşlı Türk bayanla uzun uzun sohbet ettik- sonra kendimi eve zor attım. Migren ilacımı yuttum. Ev sahibinin ikram ettiği lapamsı risottoyu yedim ve yatağa kendimi gömdüm. Bir saate yakın ev arkadaşımla yorganın altından konuştuktan sonra kendime gelebildim. Uzun süre aç kalmak bana hiç yaramıyor, özellikle de soğukta.

PS: Londra’da ulaşım oldukça pahalı, özellikle de gelen son zamlarla. Metro yerine otobüsü tercih etmek daha ucuza mal oluyor ama yolda vakit kaybetmeyi göze almak zorundasınız. Her yüz metrede bir duran otobüsler sabırsız insanlara göre değil.

YOLCULUK part2

Önce bembeyazdı pencereden dışarısı, tıpkı belgesellerdeki kutup resimleri gibi. Bulutlar ve gökyüzü karışmıştı. Londra’nın merkezine yaklaştıkça siyah çizgiler belirmeye başladı manzarada. Görüntüler giderek siyah beyaz bir fotoğrafa benzedi. Şiddetle gördüğüm şeyin bir resmini çekmek istedim. Londra’nın tanıdık manzarası içimi heyecanla titretti. Her şey çok güzel olacak!

İndikten sonra hiç sorun yasamadan kapılardan geçtim. Her nedense tekrar arama yapılacağını, parmak izi falan alınacağını düşünüyordum. Yalnızca okula kayıt kâğıdımı görmek istedi görevli. Bagajlarımı almam da çok çabuk oldu. Her şey yolunda gidiyordu, metroya binene kadar. Binmesi iki ayrı valizle ayrı dertti ama inmesi daha da sorun oldu. 28+12+8 kg bagajla iki kat merdiven çıkmam gerekti. Daha merdivene kadar bile gidemeden laptop çantamın sapı kırıldı ve çanta yere düştü! Diğer ikisini bir elinde laptopu tutarken idare edemedim. Hintli bir kız bana acıda da merdivenlerden çıkarmama yardım etti. Sonra yeryüzüne çıkınca taksi bulmaya çalıştım ama bunun beyhude bir uğraş olduğunu anlamam uzun sürmedi. İlla ki taksi bürosuna gitmek gerekiyormuş taksi çağırmak için. Sokakta broşür dağıtan Hintli bir genç halime acıdı ve taksi bürosuna kadar bir valizi sürükledi. Zaten bu ülkenin adini Indiland yapmalılar. Etrafta beyaz İngiliz yok zira. Bir zamanlar Hindistan İngiltere’nin sömürgesiymiş ama şimdi durum kesinlikle tersine dönmüş gibi gözüküyor.
Zar zor bulduğum taksinin zenci şoförü beni Fransız sandı, aksanım yüzündenmiş. Fransızların İngilizceyi ne kadar iğrenç konuştuklarını bildiğim için bunu bir hakaret kabul ettim ama sesimi yorgunluktan çıkaramadım. Güzel kızların valizleri hep ağır olur diyerek sözlerini sürdürdü. Taksicilerin 4 kelimeden oluşan adresle seni kapının önüne getirebilmesi çok hayret verici bir durum. Bu başarılarından dolayı takdiri hak ediyorlar. Ev sahibim kapıyı açıp beni karşıladı. İyi birine benziyor, en ağır bavulu o yukarı çıkardı.
PS: Evim Arsenal stadyumunun hemen yanında. Futbol fanlarına duyurulur.
Yarın okulda ilk gün

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yolculuk part 1

Aramada çıkartmak zorunda kaldığım botlarımın fermuarını bile çekmeden uçağa doğru yürüdüm. Boy ve ağırlık sınırını aştığı için bagaja verdiğim el çantam olmasa bile 8 kilo gelen iç içe geçmiş laptop çantam sağ olsun sağ omzumu kullanılamaz hale getirdi. Uçağa girmeden hemen önce görevlinin şaşkın bakışlarına aldırmadan elimdeki mont, torba, çanta üçlüsünü yere yayıp botlarımı düzlettim. Bir defa uçağa bindikten sonra eğilip doğrulmak çok daha zor oluyor zira.

Koltuğum pencere kenarı business sınıfının 4 sıra arkasında. Bu kadar iyi bir yer bulmamı aylar öncesinden bileti almamamı yoksa dünn gece online check in yaptırmamamı borçlu olduğumu bilmiyorum. Geç kaldığım için yanımdaki yolcuları ağağa kaldırmak zorunda kaldım ki bu bir saat içinde tuvalet molası için kaçınılmaz olarak yeniden tekrarlanacak.

Tam saatinde uçak hazır, kapılar kapandı, motor çalıştı. Dün geceki gibi çok kar var sen nasıl gideceksin endişesel paranoyası (bu yeni bir hastalık :)) tamamen gereksiz çıktı. Gelgelelim bir türlü kalkamadık. Pilot özür dileyerek pist yoğunluğu nedeniyle kalkış için bekleyen uçaklar olduğunu ve bizim de 12.sırada bulunduğumuzu anons etti. Her uçağı 3 dakika beklesek 33 dakika ederdi ancak bizim tekerlerin yerden ayrılması 10:05’i buldu. Bir saat bekledik, ben uyudum, hatta rüya bile gördüm. Sabah 5 buçukta uyanmanın acısını çıkaramasam da gözlerimin yanması geçti en azından.

Yiyecek servisi benimle başladı, business ten bile önce hem de! Bilet alırken vejetaryen yemek istediğimden önce benimkini getirdiler. Özel muameleye bayılıyorum. Yeni yıl, yaş ve ülke açılımında vejetaryen hayatıma yeniden başlayacağım. Eskisi kadar katı olmasa da sebze öncelikli beslenme ve sporla gittiğimden çok daha fit ve gençleşmiş olarak dönmeyi planlıyorum.
Yolculama komitesinde oğuz ve annem vardı. Aslında sürekli uzakta olmama alışkın olan annem bu sefer süre uzun olduğu için biraz tedirgin. Çok duygusala bağlayıp ağlamamak için epey çaba sarf ettik karşılıklı. Sürpriz katılımcılar ise Ersin ve Ali’ydi. Kendilerine buradan tekrar teşekkür ediyorum.

Bulgaristan üzerinden geçiyor rotamız. Şimdi Romanya dolaylarındayız. Altımızdaki şehrin Bükreş olması lazım. Dağların tepelerinde kar var. Vadilerde de kurumuş akarsu izleri görünüyor. Hızla bulutların üstünden uçuyoruz. Şimdi Budapeşte’nin (Bu da peşte, bu da küpeşte- Özce bu tekerleme sana bir şeyler hatırlatmalı :)) üzerindeyiz. Burada bulutlar oldukça hacimsiz. Düz bir ovaya yağan kar gibi görünüyor bulutlar. Lanetli Budapeşte şehrini buradan görmek imkansız.

Daha iki saat yolumuz var ve benim yine tuvaletim geldi. İki bardak sütlü çay ve soda sonrasında dediğim gibi bu kaçınılmaz. (Sanırım bende TBS* var, Amerikan filmlerinin bir klişesini kullanmış olmaktan dolayı berhudarım). Yanımdakilerden birinin de tuvaletinin gelmesini bekleyeceğim bir yarım saat kadar. Şimdilik yol izlenimlerime ara verip yeni romanıma geri döneceğim.

*TBS TinyBladderSyndrome-Küçük mesane sendromu

5 Ocak 2010 Salı

Doğum günü

Yeni yıl telaşının ve dün geceki kalabalık doğumgünü kutlamasının ardından durum değerlendirmesi yapmanın zamanı geldi.  Eski yılın son saatleri ve yeni yılın ilk anlarında yapılan kutlamalar neredeyse dünya üzerindeki tüm halklar tarafından kutlanıyor. Beraber birşeyler paylaşmanın, kutlama yapmanın coşkusu elbette anlaşılabilir. Ama nihayetinde ertesi gün hayat kaldığı yerden devam ediyor. Yapılan tüm hazırlıklar haftası dolmadan toparlanıp gidiyor ve sene sayısal olarak değişmenin yanında aynen devam ediyor. Girene kadar heyecanlı olan yeni yıl ikinci günden itibaren hiç de matah bir şey sayılmıyor.


Gel gelelim aynı şeyi doğumgünleri için söylemek mümkün değil. Yılda sadece bir kere kutlanmasına rağmen  sürekli unutulan, aramadın diye dargınlıklara sebebiyet veren ve uyduruk hediyelerle geçiştirilen doğum günlerinin yılbaşından ne eksiği var? İnsanların,özellikle de kadınların doğum günleri konusunda bu kadar hassas olmasının nedeni doğum günlerinin eksiği olmadığı gibi fazlasının olması bence.


Kendi adıma konuşacak olursam, yılbaşı ile 3-4 gün arkasındaki doğum günümün birleştirilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Tarihleri çok yakın olduğundan bazı kişilerin böyle bir eğilime girmesini anlayabiliyorum ama bence yeni yıl, doğum günümden daha kıymetli değil. Kamusal bir eğlence doğum günümü gölgede bırakmamalı, ne de olsa o benim günüm. Yılın kişiye ait olan tek günü, bireysel bayramı.


Doğumgünlerini biricik ve özel yapan şey de bu bence: Bireyselliği. Bugün benim günüm diyebilmenin keyfi. Hediyelerin ya da kesilen pastanın, üflenen mumların tek başına bir anlamı yok. Bunlar sadece hatırlama ritüelinin bir parçası. Dünyaya birşeyler katmak için doğdum ve bugün bana bunu hatırlatıyor. İstediklerimi ya da yapmam gerekenleri yapabilmek için önümde yeni bir yaş, yeni bir olgunluk ve anlayış dönemi var, bunu kullan. Bunu, arkadaşlarınla paylaş. Bırak sana hayatlarında ne kadar yer verdiklerini göstersinler.


İnsanların aranmadıkları için doğumgünlerinde hayal kırıklığına uğramalarının asıl sebebi, o kişinin hayatında bir değişiklik yapacak ya da senenin bir günü hatırlanacak kadar etkileyememiş olduğunu fark etmesidir. Kişi hem biraz kendisine kızar hem de haksızlığa uğradığını düşündüğünden hayata. "Neler paylaştık biz onunla ama doğum günümde bir mesaj bile atmadı...." Burada yaşanan duygu sadece bir tane değildir, altında yatan duygulardır asıl insanı etkileyen (bu ayrı bir yazı konusu olabilir).


Tabii ki olaya sadece kötü tarafından bakmamak lazım. Beklenmedik telefonlar alabilir, uzun zamandır görüşmediğiniz kişilerden gözlerini dolduracak özlem dolu mesajlar okuyabilirsiniz. Evde yakın arkadaşlarınızdan bazıları yarı-süpriz parti hazırlamış olabilir. Doğum günü asıl amacına bunlarla ulaşır. Senin için buradayız: Hayatımızda olduğun, bizimle yaşamı paylaştığın için mutluyuz ifadesinin hayat bulması doğum gününü kutlanmaya değer kılan olgudur.


Hatırlamakta fayda var:
Hayat ne yaparsanız o kadardır!
Ne bir avuç eksik ne bir karış fazla.
O zaman bir an önce çalışmaya başla :)